Gerek mesajla ve telefonla, gerekse gezilerim sırasında yüz yüze geldiğimizde birçok arkadaşımız soruyor:
-Peki ne yapacağız?
İnsan, ne yapılacağını bilse bile zaten bunu söylemez, gereğini yapar!
Dolayısıyla "mücadeleye devam" diye cevap veriyorum.
Fakat bu sorular sorulduğunda aklıma hep Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Samsun'a çıkanlardan olan Hüsrev Gerede'nin anlattığı bir anı geliyor:
‘Birinci Dünya Harbi sonunda, yani Mütareke esnasında, Kafkas cephesinde Kazım Karabekir'in kurmay başkanı iken, tedavi için izinli olarak İstanbul'a gelmiştim. Bir gün Mustafa Kemal Paşa'nın beni görmek istediğini söylediler.
Üçüncü Ordu Müfettişliği ile Şarka gideceğini duymuştum. Fakat o ana kadar kendisini tanımıyordum.
Mütareke günlerinin İstanbul'unda sivil gezmekten başka çare yoktu. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın davetine icabet ederken üniformamı giydim. Şişli'deki evine gittim.
O da beni ilk defa görüyordu. Buna rağmen munis bakışları karşısında hiç yabancılık hissetmedim, emirlerini sordum. Müfettişliğe tayin edilmiş olduğunu söyleyerek, ‘Sizi erkânı harbiyeme almak istiyorum’ dedi.
Derhal muvafakat ederek, düşman işgali altındaki İstanbul'da, ancak kendilerini ziyaret etmek için üniformamı giydiğimi söyledim.
‘Şimdi neyle meşgulsün?’ diye sordu. Cevap verdim:
-Milli sahada, vatandaşlarımızı ikaz etmek üzere arkadaşlarımla çalışıyorum. Aynı zamanda Memleket gazetesine müstear isimle yine vatani ve milli konularda yazılar yazıyorum.
Dedi ki:
-Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında, hamiyetli, fedakâr arkadaşlar, el ele vererek memleketin İstiklâli ve milletin hürriyeti için çalışabilirler. Ben de zaten onun için gidiyorum.
O anda İstanbul'a çöken kâbustan sıyrılmış gibi ruhumun bir ümit ışığıyla birdenbire aydınlanmış olduğunu hissettim, ‘Yarından itibaren emrinizdeyim Paşam’ dedim ve tarif edilmez bir heyecanla evime giderek çantamı hazırlamaya başladım.
Birkaç gün sonra da Samsun'a birlikte hareket ettik. Fakat henüz İstanbul'dan ayrılmadan, Kavaklar hizasında iken, Mustafa Kemal'in bu sefere ne maksatla çıktığını bir daha belirten, çok enteresan bir hadiseye şahit olduk. Karadeniz'e çıkmak üzere iken vapurumuz durdu. Bir motor ile yanaşan işgal devletleri zabitleri güverteye çıktı.
Biz, ne oluyor, bunlar ne istiyor diye bakınırken Mustafa Kemal, kaptana sordu:
-Bu herifler niçin gelmişler?
Kaptan ‘Efendim, silâh ve cephane arıyorlarmış’ deyince Mustafa Kemal güldü:
-Sersem herifler! Cephane ve silâh değil, biz kafa götürüyoruz!
(Hilmi Yücebaş, Atatürk'ün Nükteleri, Fıkraları, Hatıraları, Yeni Matbaa, İstanbul 1963, S. 90)
***
Benim bugün için söylemek istediğim şu ki, bütün Türkiye'de yeterli milli heyecan vardır. Mesele, toparlanmaya önderlik edecek kurum veya kuruluşların büyük çoğunluğunun işgal altında bulunması, Fakat milli hassasiyeti yüksek olanların bile genel olarak bu durumu hâlâ kavrayamamasıdır!
Mevcut milli yapılanmalar, Türk Milleti'nin içinde örümcek ağı gibi örgütlenmiş, aslında çok zayıf, fakat örgütlü olduğu için her konuda belirleyici olabilen dış kaynaklı sistemler tarafından yönlendiriliyor.
Halk dört-beş senede bir bu sisteme ortak ediliyor. Aslında halkın hiçbir seçeneği yok. Kimi seçerse seçsin, sonuç aynı oluyor. Çünkü bütün milli görünen yapılanmalar, söz konusu sistem tarafından yönlendiriliyor.
Bu durumdan çıkış için çeşitli yollar vardır. Fakat bu yolların hepsinden önce gelen, cephane ve silâh değil, hatta bir dostumun söylediği gibi "Hazreti mermi" de değil, Atatürk'ün Anadolu'ya taşıdığı gibi bir "kurmay kadrosu"dur; kafadır!
"Kurmay kadrosu" deyince, kimse askeri bir çıkış yolu aradığımı zannetmesin. Bugünkü saldırı askeri değildir ki, çıkış yolu da askeri olsun!
Onun için, mücadeleye devam!
(1 Mayıs 2006 tarihli Yeniçağ’dan)
Arslan BULUT(Yeniçağ)