Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923 yılında temelleri atıldığında, bölgesindeki birçok ülke henüz ulus-devlet kimliğini kazanmamış, hatta bağımsızlık mücadelesini tamamlayamamıştı. Türkiye, yüzünü Batı’ya dönen, laik, demokratik ve üniter yapısıyla bir istisna olarak ortaya çıktı. Ancak aradan geçen bir asra rağmen, bu yapının özellikle bazı emperyalist odaklar tarafından hâlâ hazmedilemediğini görüyoruz.
Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Türkiye’nin NATO’daki müttefiklerinin çoğu, ülkemizin güçlü merkezi yapısından rahatsızlık duyuyor. ABD’deki düşünce kuruluşlarında yıllardır dillendirilen ortak görüş şudur: “Türkiye, üniter devlet yapısını koruduğu sürece tam anlamıyla kontrol altına alınamaz.” Bu çevreler, siyaset kurumunu ikna etseler dahi askeri yapının bağımsız tavrından, yargının ya da diğer devlet kurumlarının direncinden yakınmakta. Onlara göre Türkiye, sürekli kontrol edilebilen bir ülke olmaktan uzaktır.
Oysa aynı aktörler, özellikle Orta Doğu coğrafyasında, çok parçalı, merkezi otoritesi zayıf, dış müdahaleye açık devlet yapılarının daha elverişli olduğunu düşünür. Irak ve Suriye’nin bugünkü durumu da bunun açık göstergesidir. ABD-İsrail ekseninin desteklediği Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bu anlayışın bir ürünüdür. Bu proje kapsamında bölge ülkelerinin sınırlarının yeniden çizilmesi, etnik ve mezhepsel fay hatlarının kaşınarak bölünmelerin teşvik edilmesi hedeflenmiştir.
Bu bağlamda, PKK gibi terör örgütleri emperyalist güçlerin elinde bir aparat haline gelmiştir. PKK, sadece Türkiye'yi değil; İran, Irak ve Suriye'yi de etkileme potansiyeline sahip bölgesel bir kart olarak kullanılmaktadır. ABD’nin bu yapıya verdiği siyasi ve askeri destek, sözde “terörle mücadele” ile değil; bölgedeki dengeleri lehine çevirme çabasıyla ilgilidir.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise Batı'nın, İslam coğrafyasındaki ülkelerin demokratik ve laik yapılarla yönetilmesine karşı takındığı ikircikli tutumdur. Demokrasi söylemi Batı'nın sıkça başvurduğu bir argüman olsa da, uygulamada bu ülkelerin otoriter rejimlerle yönetilmesi daha çok işlerine geliyor. Zira halk iradesine dayalı sistemlerde halkın tepkisi dış müdahalelere karşı daha sert ve milli reflekslerle olur. Bu da Batı’nın işine gelmez. İslami kurallar çerçevesinde şekillenen, ancak Batı'nın kontrolünde olan yönetimler, emperyalist politikalar açısından daha “kullanışlı” bir model olarak görülmektedir.
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehditler sadece ekonomik, askeri ya da diplomatik düzlemde değil; aynı zamanda ideolojik bir kuşatmayı da içermektedir. Amaç, 1923 ruhunu zayıflatmak, Cumhuriyet’in temel sütunlarını aşındırmak ve Türkiye’yi zamanla yeniden şekillendirmektir.
Türkiye’nin önünde zorlu ama bir o kadar da tarihi bir görev duruyor: Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tam bağımsız Türkiye” idealine sahip çıkarak, içerde ve dışarda kurulan bu senaryoları boşa çıkarmak. Bunun için de birlik, akıl ve tarih bilinci şarttır.